- Haberi Paylaş
- Facebook'ta Paylaş
- Twitter'da Paylaş

- 07 Temmuz 2025, Pazartesi 17:04
- A-
- A+
- 41 kez okundu
İmdat DEMİR
Her çağ, kendi gürültüsünde bir hakikati bastırır. Sanayi Devrimi’nin çığlığı arasında doğan modern sosyoloji, makineleşen hayatın ritmine ayak uydurmak isteyen bir bilimin adıdır. Gök kubbeyi is kaplayan fabrika bacalarının altında, sadece emekçiler değil, toplumun anlamı da ezilmekteydi. Karl Marx, sınıf mücadelesinin teorisini yazarken, Émile Durkheim kutsal olanın sosyal kökenlerini ararken, Auguste Comte düzen ve ilerleme arasındaki gerilimi çözümlemeye çalışırken, bir şey eksikti: Hafızamız.
Zira bilimin de hafızası vardır — ve çoğu zaman selektiftir. Batı merkezli tarih anlatıları, çoğu kez doğudan yükselen sesleri arka plana iter. Oysa tarihin çizgisel olmadığı, bazen en derin düşüncelerin bir çağın kıyısında yeşerdiği bilinmelidir. Tam da bu nedenle, sosyolojinin kurucu babalarını sayarken, 14. yüzyılda Kuzey Afrika’nın sıcak kumları arasında yürüyen bir bilgeyi anmamak, sadece tarihsel değil, aynı zamanda felsefi bir körlüktür: İbn Haldun.
İbn Haldun, çağını aşan bir bilincin adıdır. Onun Mukaddime’si, bir tarih kitabından çok daha fazlasıdır; bir bilinç aynasıdır. “İlm-i Umran” dediği şey, toplumun dokusunu anlamaya yönelik bir çabadır — medeniyetin nabzını tutmak, çürümenin işaretlerini sezmek, yükselişin tohumlarını analiz etmek. Bu düşünce, o dönem için devrimciydi. Çünkü o, tarihi salt kahramanların hikâyesi olarak değil, yapıların, alışkanlıkların, çevresel etkilerin ve kolektif davranışların bir bileşkesi olarak okudu.
İşte bu yüzden, İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı sıradan bir topluluk dayanışması fikrinden fazlasıdır. Bu kavram, birlikte yaşama iradesinin özüdür. Bir kabileyi, bir halkı, bir milleti ayakta tutan ortak bir ruh hali, müşterek bir enerji. Ne zaman ki bu enerji yerini rehavete bırakır, orada çözülme başlar. Tıpkı bugünün toplumlarında gördüğümüz gibi: bireyselleşmenin karanlığında yitip giden dayanışma, kimliklerin kabuklaştığı bir yalnızlık evreni.
Asabiyet, bugünün dünyasında partizanlık, taraftarlık ya da kimlik siyaseti olarak karşımıza çıkar. Ama İbn Haldun’un farkı, bunun geçici bir heves değil, bir çöküş işareti olduğunu görebilmesidir. O, toplumsal çözülmeyi bir sonuç olarak değil, bir süreç olarak ele alır. Lüksün, konforun, refahın aslında bir toplumun mezar taşını oymaya başladığı anlar olduğunu fark eder. Bu, çağları aşan bir öngörüdür.
Üstelik İbn Haldun sadece toplumu değil, doğayı da hesaba katar. İklim, coğrafya, üretim tarzı, kent yaşamı… Bugünün disipliner akademisi içinde ayrı ayrı bölmelere ayrılmış her şey, onun düşüncesinde bir bütün olarak değerlendirilir. Onun sezgisel bakışı, modern sosyolojinin sonradan icat ettiği alt dallarda zaten mevcuttur: çevre sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, kent sosyolojisi, ekonomi sosyolojisi… Oysa o, bu kavramları laboratuvarlara ya da kongre salonlarına değil, hayatın tam ortasına yerleştirir.
Peki neden İbn Haldun’un sesi kendi zamanında yankılanmadı? Belki de bazı düşünceler, doğdukları zamana fazla gelir. Belki de bazı gerçekler, ancak dünya yeterince kirlenince anlaşılır hale gelir. Onun düşünceleri bir zamanlar saraylarda dudak bükülerek karşılandıysa da, bugün tweet’lere, makalelere, üniversite müfredatlarına, hatta popüler kültür analizlerine kadar sızmış durumda. O, zamanın ötesinden konuşan bir bilge sosyologdu.
Ama İbn Haldun’un asıl devrimi, yöntemindedir. O, rivayetlere körü körüne teslim olan geleneğin karşısına, gözlem ve aklı koyar. Bugünün “post-truth” çağında, gerçeklik bükülürken, bilgi manipüle edilirken, onun uyarısı kulaklarımızda çınlamalı: “Olgular konuşmazsa, iktidar konuşur.” İşte bu yüzden, İbn Haldun sadece tarihçilerin ya da sosyologların değil, her özgür düşüncenin kılavuzu olmalıdır.
Bireyi de ihmal etmez İbn Haldun. Neden güç yozlaştırır? İktidar neden kendi çürümüşlüğünü doğurur? Refah, neden tembelliğe dönüşür? Bu sorular bugün Harvard’da da soruluyor, bir mahalle kahvesinde de. Ama o, bu soruları yüzyıllar önce sormuştu. Cevaplarını da yalnızca kitaplara değil, hayatın akışına yazmıştı.
Bugünün dünyası, eski döngülerin yeniden sahnelendiği bir tiyatro gibi. Demokrasi, despotizme evrilir; eşitlik, ayrıcalığa; birlik, kimlik savaşlarına… Oysa İbn Haldun, tüm bu oyunların daha önce de oynandığını söylemişti. Belki de haklıydı: “Zaten her şey tekrar ediyor.”
Ve eğer bugün yaşasaydı, belki bir YouTube kanalı açar, çağımızın algoritmik cehaletine karşı bir bilinç devrimi başlatırdı. Ya da belki bir podcast kaydederdi: “Tarihin Nabzı: Mukaddime’den Bugüne.” Ama daha büyük ihtimalle, bir parkta yürürken, cep telefonuna gömülmüş insanlara bakar ve içinden sadece şunu söylerdi: “İnsan hep aynı insan.”
İbn Haldun’un büyüklüğü, geçmişi anlamasında değil sadece; geleceği sezebilmesinde yatar. Çünkü bazen bir düşünür, çağının değil, insanlığın bilincidir. Ve bazen bir kitap, sadece bir kitap değil, zamanın aynasıdır.
HABERE YORUM YAZIN

-
ZAMANIN ÖTESİNDEN KONUŞAN BİR BİLGE: İBN HALDUN
-
YENİDEN BAŞLAMAK FİLMİ SİNEMALARDA
-
Recep Garip Kültür Sanat Söyleşilerine devam ediyor
-
ÜMRANİYE’DE KİTAP FUARI 5. KEZ KAPILARINI AÇIYOR
-
ARTVİN BERTALILARDAN VEFA GECESİ
-
HALK MÜZİĞİNİN SEVİLEN İSMİ NEŞET ABALIOĞLU HAYATA GÖZLERİNİ YUMDU
-
ÖMER KARAOĞLU EN SEVİLEN İSİMLER ARASINDA
-
MARMARA MÜZİK YAPIMI OLAN EZGİLERDEN ŞAHİD OLSUN